TOROSLARDA BİR YÖRÜK GÖÇÜ

 

Seksenli yılların sonu, aylardan Kasım’dı. Hayat tarzımızı değiştirmeye, yerleşik hayata geçmeye karar vermiştik.

Evet, Yörüklerin varları yokları davar sürülerini satmaları, büsbütün bir değişim ve alışkanlıkları tam anlamıyla değiştirmek demekti.

Birkaç kez yapmayı deneyip başaramadığımız şey, bu kez gerçek olmuştu.

Babam, sürülerimizi alacak olan kişi ile sıkı bir pazarlığa oturmuştu.

Çadırın diğer üyeleri, anam ve biz beş kardeş oradaydık. Birbirimize kenetlenme zamanıydı.

Alışkanlıklarımızı terk etmek bize çok zor gelmişti. Binlerce yıllık geleneğe son vermek, göçebe hayattan yerleşik hayata geçmek demekti bu.

Üstelik bunu o obada ilk yapan da bizdik, bizi nasıl bir şehir hayatının beklediğini de tam olarak bilemiyorduk.

Obada sanki cenaze var gibiydi.

Toros dağlarının hiç kirlenmemiş topraklarında saf duygularla yaşamanın dışına çıkmak, öyle kolay bir şey değildi. İçimizde kocaman yanardağlar patlıyor, lavlar yüreğimizi dağlıyordu.

Sürülerimizi yabancıya vermemiş, yine görebileceğimiz yakın bir akrabamıza satmıştık.

Ama yok! Mesele o değildi.

O an, ağıt vaktiydi.

Anam başına bir çeki bağlamış, sürüdeki keçilerin adlarını teker teker sayıp, hepsine ayrı ayrı ağıt yakıyordu.

Onun ağıt yakması alışıldık bir durumdu. Obamızda bir kara haber duyuldu mu, o hemen çekisini başına bağlar ve uzun uzadıya nameler yakardı. Birdenbire “Sakar, seni nasıl sattım ben?” diye başlıyor ağıda, “Ak-kula, seni de unutmayacağım.” diye devam ederken, kız kardeşim “Nereye gidecek şimdi benim Pini’m?” diye kedi yasını tutuyor, büzülen dudaklarını kontrol etmeye çalışıyordu…

Babamsa çaktırmadan gözyaşlarını koluna siliyor, bizleri tes­kine çalışıyordu.

Babamı ilk kez ağlarken görüyordum.

Alışılmış bir durum değildi, bir oba eksiliyordu Yazılı Yaylasından…

At, eşek, köpek, tavuk, kafesteki keklik, ocağın başındaki kedim Pini, oğlak ve davar sürüleri, onca hatıralarla dolu eşya, hepsinden önemlisi de binlerce yıllık tarihin efsanesi kara çadırın orta direğinin çekilmesi…

Alışıldık topraklar…

Kar delikleri...

Buz gibi akan oluklar…

Kaklıklar…

Keçilerin çanları…

Ala keçe…

Delta marka teyp…

Ardıç ağacının içine saklanan, gecelemek için kullanılan battaniyeler…

Ateşin çıngısından delik deşik olmuş, kapüşonlu gocuklar…

Çadırın orta direğinde asılı olan peşkirler…

Kıldan örme çullar…

Boz eşeğin palanı ve semeri…

Çobanın her şeyi kepenekler…

Değersiz eşyaların konulduğu oturgun çuvallar ve değerli giysilerin bulunduğu ala çuvallar…

Bizleri sabah ezanında uyandıran Ak Horaz…

Ve davar sürüsünün satıldığını fark eden tek hayvan, on yıllık dostumuz, elimizin ulağı, çoban köpeğimiz Gosdak, aklımızdan çıkacak gibi değildi.

Sürüyü sattığımızı anlamıştı Gosdak. Hiç bir şey yiyip içmiyordu. Gözümüzün içine bakıp, “Ne olur, beni bırakmayın!” diye yalvarıyordu.

Yıllar sonra beni hayal dünyamda Yazılı Yaylası’na götüren de onun o bakışları değil miydi?

Adamı bitiren bir bakıştı o.

Başka çaremiz yoktu, şehre götüremezdik onu. O, ait olduğu yerde, Yazılı Yaylası’nda kalacaktı.

Göç için Yörük Köyü’nden Niyazi’nin kamyonunu tutmuştuk.

Birkaç eşya dışında, şehir hayatında lazım olabilecek eşyamız da yoktu.

Eşyaları yükledik kamyona ve geri kalan her şeyi bıraktık yurt yerinde; anılarımız ve bin yıllık geleneklerimiz de dâhil.

Gosdak, arkamızdan koşmadı bile, her şeyin farkındaydı.

Daha sonraları, onun yurt yerini aylarca bekleyip yas tuttuğunun ve hiç bir şey yemeyerek açlıktan öldüğünün haberini aldık.

Bizim içinse, çok katlı yalnızlıklarda çark dönmeye başlamıştı bile…

Bu yazı toplam 2255 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.