Iraz Nine
Çıkık elmacık kemikleri üzerindeki çekik gözlerinde, nurlu bir parıltı vardı. Adeta gözleriyle gülüyordu. Mahcup ve ürkek bakışlarıyla, çocuksu bir havası vardı. Bakkaldan bir ekmek aldıracak veya cami çeşmesinden bir kova su aldıracak olsun; okulun önüne gelir, bana söylemekten çekinirdi. Bu isteğini mutlaka başka birinin vasıtasıyla bana iletirdi.
Bu bizim yüzlerce, binlerce Anadolu kadınından birisi olan Iraz Nine’mizdi. Aslında, hepsinin öyküsü aynı değil miydi? Korkunç ve mübarek elleriyle; cepheye cephane taşıyan, kara sapana koşulan, ekin işleyen, harman süren soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen… İşte Iraz Nine’nin yaşamından bir kesit.
Bir küçük kulübe de yaşar Iraz Nine.
Tek göz oda içindedir her şeyi;
İki parça tabak, iki kaşık,
Bir de ,
Anadan yadigar hoşaf tası.
Misafirlerini ayarlamış,
Tek minderli köşeyi.
Çeyrek asır önce ölmüş yaklaşık,
“iyiydi, ağır başlıydı,
Ama, benden epey yaşlıydı”
Dediği kocası.
Epey yalvarmışsa da
Hısım akrabası;
“Olmaz” demiş,
Kulübesini terk edememiş.
O, herkese gülümsemiş,
Ama, kör talih,
O’na hiç gülmemiş
Yoksulluğa, acılara,
Hele bir de,
Kahrolası sancılara
Fazla direnememiş
Çökmüş omuzları,
Bükülmüş beli.
Hiç kimseden,
Bir şey dilenmemiş,
Kocası gitti gideli.
Ekmeğini taştan çıkarmış,
Nasırlı, mübarek eli.
Şafak daha sökmeden,
Horozlar bile ötmeden
Erkenden kalktı.
Hiç üzerine doğmadı,
Güneşi sabahın.
Gökyüzüne,
Ay dedeye
Henüz kaybolmamış,
Işıltısı solmamış,
Yıldızlara baktı.
Fısıltısını dinledi
Selvide ki yaprağın.
Kokusunu ciğerlerinde hissetti,
Çiğ düşmüş toprağın.
Eşeğine saman verdi,
Tavukları yemledi.
Yarım bağdaş kurdu,
Bir süre sekide oturdu.
Çil horuzun efelenişine,
Sürekli söylenişine
Gülümseyerek baktı.
Dışarıda işi bitmişti
Yıldızların parıltısı da
Henüz bitmemişti.
Teneke sobasına,
İki parça tezek attı.
Çok eskiydi çaydanlığı,
Ama iyiydi huyu.
Bir çırpıda kaynatırdı,
İçindeki suyu.
Sandıktan özenle çıkardı çayı
Dikkatli olmalıydı,
Tutumlu kullanmalıydı,
Çayın sonu , bulmalıydı
Tavukların yumurtladığı ayı.
Bir kaşık ucu çayla, değiştiriverdi,
Kaynayan suyun rengini.
Yanında iyi giderdi,
Sıcak mayalıyla, sana yağı.
Tutmasa da tereyağın dengini.
Tarla vakti gelmişti
Selime kalesini aşan,
Peri bacalarına yaklaşan
Güneş.
Havayı ısıtıvermişti.
Karakaçan’ı çıkardı ahırdan
Hiç karşı koymadan,
Sahibini yormadan
Sekiye yanaştı hayvan.
Yükledi tırmığını,
Kocadan kalma küreğini.
Heybesini attı
Komşusunun verdiği,
Yeşil soğanlı çok sevdiği
Yumurtalı böreğini.
Geç vakte kadar çalıştı,
Bir karık anca belledi.
Yoruldu kolları,
Sırtı da terledi.
Ah gençliğim! Dedi
Kendi kendine söylendi.
Bugünlük bu kadardı.
Bu günün yarınıda vardı.
Biraz çalı topladı,
Biraz ot yoldu,
Yoksa , eşeği
Elim, kolum dediği,
Her şeyi
Karakaçan’a ayıp olurdu.
Yükledi yükünü,
Yola koyuldu
Ortalık hafiften karamıştı.
Melendiz üzerinden doğan,
Hasan Dağını dolanan
Güneş;
Uzunkaya üstüne varmıştı
Karakaçan zorlanıyordu,
Sık sık duruyordu,
Geçerken Melendiz çayını
Zerre kadar hilesi olmazdı,
Bilirdi eşeğinin huyunu,
Sahibini yolda koymazdı.
Karakaçan’ın bir derdi vardı
Yoksa! Oda mı kendi gibi?
Evet;
Karakaçan da yaşlanıyordu
Zor da olsa, başardılar;
Irmağı geçip,
Okulun yanına vardılar.
Öğretmeni gördü birden
Geçip gitmezdi,
Ona selam vermeden.
Yorgunda olsa,
Yanına varmalıydı
Hal hatır sormalıydı.
Birden aklına geliverdi,
Bahçeden topladığı yeşil soğan.
Daha keyifli yanına vardı,
Heybesinden özenle çıkardı,
Öğretmene verdi.
Gadasını aldığım,afiyetle ye” dedi.
Evet,
Bütün insanları sever,
Ama,
Öğretmeni bir başka severdi.
Ona dualar ederdi.
“Allah seni başımızdan eksik etmesin” derdi…