O Bahçede
Tam çeşmeden ayrılacakken, çeşmenin arka tarafındaki bahçeler ilişti gözüme. Sonbaharın gözlere sunabileceği en güzel ziyafetlerden biriydi bu. Fazla zamanım olmamasına rağmen, bu karşı koyulamaz güzelliği daha yakından görmek ve hissetmek için bahçelere doğru ilerledim. Yaz aylarında, sahipleri tarafından sık sık ziyaret edildiğini, içerisinde piknik yapıldığını hayal ettiğim bu bahçeler bu sonbahar gününde ıssızdı, sessizdi. Etrafı, üstün körü taştan ve ağaçtan duvarlarla çevrili olan bahçelerden birisine, zaten çok da yüksek olmayan duvarından atlayarak girdim. Oldukça geniş bir bahçeydi, bütün kıyıları yüzlerce kavak ve söğüt ağacıyla, ortası meyve ağaçları ve salkım söğütlerle çeviriliydi.
İkindi vaktiydi, bir saate kalmadan hava kararacaktı. Gökyüzü hafif bir kızıllığa büründüğü gibi, yerdeki sayısız yaprak ölüsünü de kendi rengine boyamıştı. Rüzgâr olmadığından, ağaçlar kımıldamıyordu; seyrek de olsa öten kuşların sesi de olmasa, yaprakların üzerinde gezinen karıncaların adımları belki duyulurdu.
Bahçeyi çevreleyen çitin hemen kıyısında, batan güneşin usta fırçasıyla kızıla boyadığı küçük bir dere akıyordu. Sonbaharın tatlı yorgunluğu onu da sarmış olacak ki, hiç ses çıkarmadan, yosunların, küçük taşların üzerinden akıp gidiyordu. Orada öylece durdum ve dikkatlice etrafı seyrettim. Benimle birlikte zaman da durmuş gibiydi; kendimi muhteşem bir yağlı boya tablosunun ortasında bulmanın şaşkınlığı ve heyecanı içindeydim. İşte tam o sırada, acı bir gerçek kalbime bıçak gibi saplandı:
İşte gün bitiyor, sonbahar da, yaşam da...
İstedim ki, orada öylece kalayım, zaman gerçekten dursun; gözlerimi kapatayım, tenim eskimesin, sevdiklerim birer birer ölmesin, kışlar yazları boğmasın, rüzgâr esmesin, üşümeyeyim, korkmayayım...
Çaresizliğim, bütün bedenimi ve ruhumu bir ısırgan otu gibi sardı. Güneş, elleri kelepçeli bir mahkûmun ite kaka götürülürken başını son kez çevirip, bir daha tekrar görüp göremeyeceğini bilmediği evi ve ailesine bakan mahzun bir mahkûm gibi gözüktü birden. Ağaçlar, yaklaşan kışı paltosuz geçirecek fakir, evsiz barksız adamlara benziyordu. Gökyüzünün kızıllığında usul usul yol alan bulut kümeleri, bozguna uğramış dev bir donanma filosundan geriye kalan birkaç geminin okyanustaki hazin eve dönüş yolculuğunu anımsatıyordu.
Kendimi, şapkası zamanla eskimiş, üzerine rast gele geçirilmiş eski ceketi paramparça olmuş, artık hiçbir kargayı korkutamayan, omzuna sadece mevsimler konan bir korkuluğa benzettim, bağbozumu çoktan geçmiş bir bahçenin tam ortasında.
Önce güneş çıktı bahçeden, sonra ben, sonra da sonbahar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.