Adana garajının üçkağıtçı ama yufka yürekli dürümcüsü…

Adana garajının üçkağıtçı ama yufka yürekli dürümcüsü…


TBMM’nin ‘Anayasa değişiklik teklifi’ ile yatıp kalktığı bu günlerde ben yatıp kalkamadan çalışmak zorunda kalıyorum. Bu yazıyı da artık okuyucularımın ısrarı karşısındaki mahcubiyetimle, gece 03:00 sularında, TBMM’nin buhranlı ortamında, bir gözüm Genel Kurul’da bir gözüm klavyede yazıyorum…


Tabi sıradan okuyucu sahibi de değiliz! Ne hakimler, ne avukatlar okuyor bizi. Neyse ki siyaset yazmamaya yeminli olduğumu bildikleri için Anayasa değişikliği konusundaki fikirlerimi öğrenmek için ısrar etmiyorlar. Büyük okuyucu oldukları kadar, ne yazsam iştah ile okuyacak kadar mütevazılar da…


Mütevazılık dedim de, geçenlerde bir vesileyle Orta 1’inci sınıftaki sınıf albümüme ulaştım. Baktım çocukluk halime; gördüm ki 45 kişilik sınıfta en gariban görünen benmişim. Ama üzülmedim bu duruma, sevindim… Şükrettim yüce yaratıcıya. Ben ki, Adıyaman’ın bir dağ köyünde ilkokulu bitirene kadar köy dışına çıkmamış bir çocuktum. Kader bu ya, kendimi bir anda İzmir’de buldum. İzmir İmam Hatip Lisesi’nin orta bölümüne başladığımda Türkçeyi henüz sökememiştim. Ama bir yıl sonra köyüme dönecek olmamın heyecanıyla karnemi aldığımda Takdir Belgesi’ni 1 puanla kaçırmanın hüznünü yaşamıştım... O günleri hatırlayınca, bugünlerin değerini daha iyi anladım ve her şartta mütevazılığı elden bırakmamanın gerekliliğini bir kez daha anladım…


Orta 2’ye başlamak için otobüsle Adıyaman’dan İzmir’e yola çıktığımda, cebimde çok küçük bir harçlık ve kafamda da 24 saatlik yolculuğun nasıl geçeceği düşüncesi olduğunu hatırlıyorum. Adana garajına geldiğimizde yolun 3’te 1’ini tamamlamıştık. Otobüsten inip acıkan karnımı dışarıda doyuracak kadar zengin bulmuyordum kendimi. Ama tuvalete gitmem gerekiyordu. Sonrasında gelip annemin bana yol için hazırladığı börekleri yiyecektim. Otobüsten indiğim anda bir adamın bana dürüm uzattığını gördüm. “Yemiyorum” dediğimde, “Buyur kardeş, bedava dağıtıyoruz” dedi. Çocuk masumiyetiyle aldım ve bir kenara kıvrılıp yemeye başladım, ciğer dürümünü. Bir süre sonra tekrar başımda beliriverdi aynı adam. Kaygılı gözlerle baktım, “Para vermeyecek misin?” diye sordu. “Bedava değil mi?” diye karşılık verdim. Gülerek, “Bedava olur mu, 5 lira” dedi. Kaynar sular döküldü başımdan ama artık iş işten geçmişti. Çaresiz cebimdeki 5 lirayı “Bütün param bu, al” diye uzattım adama. Ama dürümün gerisi de boğazımdan geçmedi doğrusu…


Artık ne tuvalet ihtiyacı kalmıştı bende ne de açlık. Dalgın dalgın yürürken, arkadan bir elin omzuma dokunduğunu hissettim. Döndüm, yine aynı adamdı. Bu kez acıyan gözlerle bakıyordu bana. “Gerçekten başka paran yok mu?” diye sordu. “Yok” dedim. Elindeki 5 lirayı soktu cebime, “Kusura bakma” dedi ve uzaklaşıp gitti. Ben o üçkağıtçı ama yufka yürekli dürümcüye hakkımı helal ettim. Ama bu olayı da unutamadım işte…


İşte böyle değerli okuyucularım. Bulunduğumuz yerin kıymetini daha iyi anlamak için nereden geldiğimizi unutmamak gerekiyor. Nereye varacağımızı da hepimiz biliyoruz zaten...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi