İnsanlığın Huzurlu Olması İçin Ne Lazım Gelir?
Hayatın bir bütününde yalnız ilah olarak Allah’ın kabulüdür. Dolayısıyla, mutsuzluğun temel ilkesi nedir? Hayatın bir bütününde hak ilah, Allah’ın yanına yedek ilah edilme anlayışıdır. Böyle olunca insanımız mutsuzluğun sebebini başka yerde aramaktadır. İnsan önce gönül dünyasında mutlu olmadan, dış dünyasında mutlu olamayacaktır. Hal buki, dış dünyanın mutluluğu, iç dünyanın mutluluğuyla mümkündür. “(Ey insan!) Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise kendi nefsinden(hevandan)dir…” (4/79)
Huzursuzlukta ki, birinci sebep; “insan kendi iç âlemini yeterli derecede tanımamasıdır.” Konumuzla alakalı kısımdan başlarsak, Allah Teâlâ insana iç boyut olarak iki temel özellik vermiştir; “heva ve vicdan”, bunlar birbirlerine zıt iki ayrı özelliktir. İnsan bu iki özelliği bir arda barındıran nefse sahiptir. Bu husus Kur’an-ı kerimde şöyle bildirilir: “Her bir nefse ve onu (insan şeklinde) düzenleyene, sonra da ona, hem kötülüğü, hem de (kendisinden) sakınmayı ilham edene andolsun ki!” “O (nefsi)ni (günahlardan; şirkten, ibadetsizlikten, kötü duygu ve fiillerden) tertemiz yapan, muhakkak kurtulup umduğuna ermiştir. Onu (günahlarla) örtüp gömen de elbette ziyana uğramıştır. (Şems, 7-8-9-10.) İşte nefsin bu iki temel özelliğinin, nefsi, kendine çağırma, çekicilik ve sinyal gönderme hali vardır, dolayısıyla nefis vicdan tarafında yer alırsa iç huzur oluşur, eğer nefis heva tarafında yer alırsa ziyana uğrayarak huzursuz olur.
Nefse dışarıdan vesvese vererek hevanın yanında yer alan şeytanın sesi vardır ki, nefsi sürekli kötülüklere çağırır. Bunun karşısında ise vicdana ilham eden Allah’ın sesi vardır, oda daima iyiliklere çağırır. Özgür irade ise ortadadır, bu hangi tarafı tercih ederse nefis onun yönetimine girer. Böyle olunca da nefis hangi yönde olmayı tercih ederse, kendi isteğiyle ya iyiliğe gider, yâda kötülüğe gider, demek ki, huzurlu ve huzursuz olmak kişinin kendi özgür iradesi dâhilindedir.
Kur’an-ı Kerimde bildirildiği üzere, nefis vicdandan tarafı tercih ederse Allah’a kul olmakla kendine iyilik yapmış olur. Eğer nefis, hevasına gönülsüz itaat ederse günahkâr olur, yalnız gönüllü itaat ederse Allah’ın yanına yedek ilah edindiğinden dolayı Allah’a şirk koşup kendine kötülük yapmış olur. İşte Müslümanlar olarak Kur’an-ı Kerim-i okuyup anlamadığımız için, kötülükleri özgür irademizle seçip sıkıntıların kaynağını kendimiz oluşturuyoruz, böylece bilinçsiz bir toplum haline gelmişiz. Acaba bu bilinçsizliğin temel sebebi nedir?
İnsan sadece kimliğinde Müslüman olmasının yeterli olacağını düşünmesi midir? Yoksa Kelime-i “tevhidi” söylemekle, “ilah” kavramını gereği gibi anladığını mı sanır. İmanın altı şartını ezberleyince, gereği gibi öğrenip anladığını mı zannediyor?
İslami esasların temel bilgisini kavrayıp anlamadan, bilgi sahibi olduğunu mu, beş vakit namazı kılınca, zekâtını verince, orucunu tutunca ve haccına da gidince iyi bir Müslüman olduğunu mu zannediyor? Bir mü’min kelime-i tevhidi anlamadığı takdirde, sahte ilahları tanıyamayacaktır, böylece sağlam imani bilince sahip olmayacaktır.
Kişi ibadet konularında ne kadar titiz davranmış olsa bile, Allah’a şirk koşarak yaşayacaktır. Bundan sonrada ne kadar ibadet yaparsa yapsın, bu ibadetler Allah’ın onayladığı bir iman olmadığından dolayı boşa gidecektir. Bu şuna benzer zayıf temel üzerine kat kat bina yapıpta, ufak bir sarsıntı anında yıkılması gibidir. Ne yazık ki, bu konuda imanî temel bilgiye sahip olmayan kişiler, rencide olma korkusuyla kendilerini bilgili göstermekteler, ancak Allah (c.c) tarafından bir imtihana tabi tutulduğunda ise, isyan etmekte, O’ndan gayrilerden korkmakta, zarar ve faydayı kendi gibi âciz kişilerden bilmektedir.
İşte kendisini samimi gören bu Mü’minler uygulamaya gelince, imanın esaslarıyla hiç alakasının olmadığı ortaya çıkmaktadır. Anlaşılan o ki, toplum olarak imanın esasları gereği gibi anlaşılmadığıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.