Özellikle bazı dönemlerde kader anlayışı, insanları sorgulamaktan ve itiraz etmekten alıkoyan bir araç hâline getirilmiştir. “Başınıza gelenler kaderinizdir” söylemiyle haksızlıklar meşrulaştırılmış, bireyin iradesi ve sorumluluğu ikinci plana itilmiştir. Bu anlayış, zamanla dinin özüymüş gibi anlatılmıştır.
Oysa Kur’an’a bakıldığında kader, insanı günahlarından sorumsuz kılan bir kavram değildir. Kur’an’da şeytanın, kendi yanlışının suçunu Allah’a yüklediği aktarılır ve bu tutum açıkça eleştirilir. Aynı şekilde müşrikler de yanlış inançlarını Allah’ın dilemesine bağlamış, Kur’an bu savunmayı reddetmiştir. Bu örnekler, hatayı kadere yüklemenin ilahi bir kabulü olmadığını gösterir.
Peygamber kıssaları da bu gerçeği destekler. Hz. Âdem ve Hz. Musa başta olmak üzere peygamberler hata yaptıklarında kaderi suçlamamış, sorumluluğu kabul etmiş ve tövbe etmişlerdir. Hiçbiri “Bu benim kaderimdi” diyerek işin içinden çıkmamıştır. Çünkü kader, günahın bahanesi değil; imtihanın zeminidir.
Yanlış kader anlayışı, bireysel ve toplumsal hayatta ciddi sorunlara yol açmıştır. Suç işleyenlerin “kader mahkûmu” olarak tanımlanması, insan iradesinin yok sayılmasının en somut örneklerinden biridir. Oysa suç, bilinçli bir tercihin sonucudur ve sorumluluğu da kişiye aittir.
Kur’an’ın ortaya koyduğu kader anlayışı; insanın çalışmasını, seçimini ve sorumluluk bilincini esas alır. Kader, tembelliği ve hatayı meşrulaştıran bir yazılım değildir. Mehmet Âkif Ersoy’un sert biçimde eleştirdiği gibi, kaderi bahane ederek çalışmamak ve yanlışları kadere yüklemek, dini özünden uzaklaştırır.
Sonuç olarak kader, insanı sorumluluktan kurtaran bir mazeret değil; irade ile şekillenen bir ölçüdür. Günahın faili insandır ve hesabı da kendisi verecektir. Bu yüzden asıl soru “Kaderse günahım ne?” değil; “Ben ne yaptım ve ne yapmalıyım?” olmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.