Cerdoğlu

Cerdoğlu

Üzerlikler eskisi gibi kokmuyor anne

Üzerlikler eskisi gibi kokmuyor anne

       Yıllar, henüz köylerde elektriğin olmadığı yıllar. Evler gaz lambalarıyla, ahırlar idareyle aydınlatılırdı. Okur- yazar  çok az bulunur, bilenlerde askerde  ‘’Ali Okulu’’ nda okuma-yazma öğrenirdi. Televizyon hiç yoktu, radyo da  belki bir kişide ya vardı ya yoktu.

       Dün gibi aklımda, beş-yedi-on dört  numara gaz lambaları… Annem, sürekli beş numara gaz lambasını yakardı, daha az gaz tüketiyor diye. On dört numara gaz lambası baş köşede, dantel örgü içerisinde bir gelin gibi süzülür, eve misafir geldiğinde kullanılırdı.

       Ne bir oyuncak ne de bir eğlencemiz vardı. Sopadan at, çamurdan koyun-köpek yapardık. Bunların dışında en büyük eğlencemiz, Çerkez annemin anlattığı masallardı. Gece olur dedemin koyun sürüsü evin önüne gelir, gün boyu kırlarda oradan-araya koşuşturan koyunlar gece uykusuna yatardı. Bundan sonra Çerkez Annemin masal faslı başlardı. Ara sıra yan değiştiren koyunların çıkardığı çan sesleri ve köpek havlamaları arasında anlatılan masalı can kulağıyla dinlerdik.

       Çerkez Annem! O’nun adı ‘’Çerkez Anne’’ydi. O benim anneannemdi. Ama herkes gibi ben de Çerkez Anne derdim. O,ne benim ne de çocuklarının Çerkez Annesiydi. O’na bütün Eskil halkı. ’’Çerkez Anne’’derdi. Tıpkı,rahmetli Adil Altan’a; çocuklarının dışında tüm Eskil halkının ’’Adil Ağa’’ dediği gibi…

Çerkez Annemin toprak balkona yaptığı yer yatağına bütün çocuklar sığardık. Çerkez Annem davudi sesiyle masal anlatmaya başlar, biz bazen heyecanlanır, bazen de korkardık. Analığı  istemediği için, öz babası tarafından ormana bırakılan, burada yolunu kaybeden kızın gece ’’ışık yanan yere mi gitsem, duman tüten yere mi gitsem’’ diye söylenişi; daha sonra gittiği evde bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir dev cadıyla karşılaşması… İşte, bu anlar çok korktuğumuz, bir birimize sıkı sıkıya yaklaştığımız anlardı. Kulağımız seste, gözlerimiz gök yüzündeki yıldızlarda, uyuyakalırdık.

       Şafak vakti, iyice sertleşen ayazın etkisiyle yatağın içinde büzülürdük. Karınları acıkan koyunlar yavaş yavaş hareketlenir, çobana,’’bizi kırlara götür’’ dercesine ayaklanırlardı.

       Sabah, güneş doğarken Çerkez Annemin gür sesiyle uyanırdık. Şafakta kalkar, kocaman güçlü elleriyle yoğurduğu hamurdan bize sıkma, kaymak böreği yapardı.

Karnımızı doyurunca, Çerkez annem dayımın azığını elimize tutuştururdu. Kendi sürümüzün nerede olduğunu çanların sesinden anlardık ve elimizle koymuş gibi sürünün yerini bulurduk.

       Buram buram kokan üzerlik kokuları arasında sıkmalarımızı yerdik. Güneşin doğmasıyla birlikte, arılar ve çeşitli böcekler üzerlikler üzerinde uçuşurdu. Tek sıra olmuş karıncalar, kendilerinden çok büyük yiyeceklerini yuvalarına taşımak için olağanüstü çaba içerisinde olurlardı.

       Kuşluk vakti gelince, karınlarını doyuran koyunlar köye doğru yönelir, su kuyularının başındaki oluklara koşarlardı. Kuyunun başına gelen çoban, teneke kovayla oluklara su doldurmak için, kovanın ipini daha bir hızla çekerdi. Suyunu içen koyun, tırnaklarıyla yeri biraz eşer, yumuşattığı toprağın üzerine yatar, geviş getirirdi. Sadece keçiler ayakta kalır, kemirmek için ya bir ağaç ya da kafasını koparacakları bir çiçek ararlardı. Eğer, bir şey bulamazlarsa; çobanın kepeneğini kemirirlerdi.

      Sürünün suyunu verince, yine dedemin evine giderdik. Çerkez Annem çoktan çayı demlemiş olurdu. O yıllarda çay epey değerliydi. Herkesin evinde de kolay kolay her öğün çay demlenmezdi. Hele hele, Çerkez Annemin çayı gibi demli çayı kimse demleyemezdi. Bu saatlerde, köyün tüm gençleri ve yaşlıları dedemlerde toplanırlardı. Büyükler çaylarını içtikten sonra, demliğin üzerine sıcak su eklenir, bize de ‘’paşa çayı’’ yapılırdı.

       Yavaş yavaş gözler Yılmaz Dayıma çevrilir. O sohbetlerin baş aktörüydü. Köyde yetişmesine rağmen, düzgün Türkçesi ve diksiyonu vardı. Herkes onun anlattıklarını pür dikkat dinlerdi. Yılmaz Dayımın çok hareketli ve renkli bir yaşam öyküsü vardı. Bir sinema aktörü kadar yakışıklı ve bir sunucu kadar akıcı ve güzel konuşurdu. Anlattıklarının bazıları gerçek yaşam öyküsü,bazısı da izlediği bir filmden ya da okuduğu bir öyküden, kedisine adapte  ettiği olaylardı.

      O’nu dinleyenler,bazen;

      -Yahu çok atıyor, derlerdi.

Bunu diyenler bile, dayımı dinlemek için ertesi günü iple çekerlerdi. O demli çayını yudumlarken, elindeki  ‘’Yenice Sığara’’sını tüttürürken bile bir aktör edasındaydı. O, bütün gençlerin idolüydü. Bu özelliklerinin dışında, paylaşımcı ve şakacıydı. Ölümü de şaka gibi oldu. Öksüz kalan, sadece çocukları değildi; sohbetler de öksüz kalmıştı. Onsuz ne köyün ne de sohbetlerin eski tadı kalmamıştı..

       Ya Çerkez Annem! Dev gibi vücut çökmüş, beli bükülmüş, zıpkın gibi bacakları yamuklaşmış, çakır gözleri bir metre ileriyi bile görmüyordu artık. Geriye, tek bir gür sesi kalmıştı. En son gördüğümde bilincinden de çok şey kaybetmişti. Beni elimde çantayla  görünce, doktor geldi sanmış;

      -Doktor oğlum, benim şu bacaklarını iyileştir, yürüyeceğim, tekrar köye döneceğim dedi.

      Elini öptüm, elimden tuttu, biraz önce söylediğini unutmuştu bu defa da;

      -Eee Yılmazım gelmiş Yılmaz, oğlum hoş geldin.

       Dedi ve boynuma sarılarak ağlamaya başladı. Hem içini çekiyor hem de;

     -Yılmazım  götür beni buralardan, köyüme götür,e vimde ölmek istiyorum. Diyordu.

      Ne yazık ki, köyünü tekrar göremeden bu dünyadan göçtü gitti Çerkez Annem…

      Zaten köyünde de, kokusuna hayran olduğum üzerliklerden eser kalmamış, yerleri derin pulluklarla eşilerek, pancar ekilmişti. Bir kaç taşlı yerde öbek öbek kalan üzerlikler de eskisi gibi kokmuyor artık.

Tıpkı, sohbetler gibi…

Tıpkı, paşa çayı gibi…

Tıpkı, dinlediğimiz maslar gibi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
8 Yorum
Cerdoğlu Arşivi