İlhami İnceöz

İlhami İnceöz

YAZ, GEÇTİ Mİ?

YAZ, GEÇTİ Mİ?

‘’Leyla benim içimdedir, sen kimsin?’’ der Mecnun.

Yüzünü, yıllarca sonra, bir ceylan gibi getirip onun gönül aynasına dayayan Leyla’nın, güzelliğine bir tutam aldırmadan sorar:

‘’Leyla benim içimdedir, sen kimsin?

Ben mi sendeyim, sen mi bendesin?

İçimdeki sen misin, sesim misin, nefesim misin, ben misin?

Ben, yıllardır bu çöldeyim, O hep benim içimde!’’

Kays’ı, aşıkların kutbu yapan sevdayı düşünüyorum.

‘’Kabe’de el aç, söyle derdini, kurtulmayı dile!’’ dediklerinde, derdinin artmasını dileten, o sevdayı… O’nu gördüğünde bile, hasreti vuslata değişmeyen, o sevdayı düşünüyorum…

Aylardan Eylül, burası bir çöl değil. Yağmurlarıyla sokuldu bugün İstanbul’un koynuna, Eylül’ün ilk günleri. Sabahtandır yağıyordu. Güneş, ara ara yüzünü gösterip saklanıyor…

Yağmur dindi.

Güneşin koynunda.

Göğün altındayım.

Sarayburnu’nda.

İstanbul’un gümüşî suları kamaştırıyor gözlerimi.

Seyrediyorum kıyıda.

El vuramıyorum, gökkuşağına.

Ben uzak, O bensiz yalnız. Bilirim.

Yüzüme gölgesi de düşmez.

Tenimde, elleri de gezmez.

Ben karanlık, O bensiz ıssız. Bilirim.

Solukları yoktur, soluklarıma karışan.

Kolları, sarmaşığı değildir bedenimin.

Avcumun içinde bir mühür gibi taşıyacağım ince eli, uzak.

Ben metruk, O bensiz viran. Bilirim.

Büsbütün, akşam ışıklarını yakarak sokaklarından İstanbul’un, geliyorum sana…

Vapurları yükümle ağır, kıyıları benimle seyirlik, camileri benim gözlerimle ulvi, türbeleri benim dualarımla kâim, kaldırımları benim adımlarımla mesut, meydanları benim geçişimle şen, çarşıları benim varlığımla hoş olsa da, sensiz Üsküdar’ın tadı yok…Yaz, geçti mi?

İçimde, sevdiği tüm papatyalarını Temmuz’a kurban vermiş, böylelikle kimsesiz kalmış bir dağ gibi duruyor hasretin. Ne bir yağmur, ne bir bulut. Sadece, Eylül’ün, serin eteğini giyinmiş İstanbul.

Artık akşam vakitlerinde, daha çok dalgalanıyor deniz. Gezdiğimiz o kıyılar daha tenha. Demek ki bu, kimsenin umurunda değil, akşamın geç saatlerinde boğazdan usulca geçen gemileri, oturduğu kıyıdan seyretmek. Üstelik, yokuz biz…

Neden bir gökkuşağı gibi kaplıyor yüzün, göğümdeki ıssız bulut dağlarını? Ne Leyla’sı? Leyla mı kalır, bu devirde?

Anımsa… Beatrice öleli, yedi yüz yirmi küsur yıl olmuş…

Frida, kendi cennetinde meftun…

Aldonzo’nun, yerinde yeller, şatolara çarpa çarpa savruluyor.

Hangi yolun kervanına katıldın da, yıldızını şaşırıp yoluma çıktın? Hangi diyarın rüzgârıyla, Nefertiti’den kalma vahamı yeniden yeşertmek için, çölüme indin? Eylül, bereket ayı mıdır ki, sayesinde ben Tanrı lütfuna eriştim?

Ne şakıyorsun oralardan, Paşa korularına, güzelliğiyle sırf işveli gülleri kendine imrendirmek için, biraz da bülbülleri kıskandırmak için bırakılmış bir kanarya gibi…

Asla, eşit davranmaz bu hayat, hiç kimseye, hiçbir şeye. Her şeyin, birbirini yıpratması, eskitmesi bu yüzden. Zamanın da büyüsü budur. Ya erken gelir, ya geç kalır fırsatlar. Asla, tam istediğin gibi olmaz, hiçbir şey.

Belki de bir düşüz biz o yerde, biz ikimiz

Çimenlere uzanmış, saçları kuru sarı

İki çocuğun, mesut gözlerindeki.

Anlatarak, birbirlerine bizi, bir masalmış gibi

Alıştırmaktalar kendilerini

Hayatın acılarına, ‘’öyle günler gelecek ki!’’deki.

Bir sihirli âlemdir belki o yer, yaşadığımız

El ele değse sevinçten patlayıp güle döndüğümüz…

Sefil korsanların o umutlu şarkıları gibi…

Ne biliyorsun, belki mutlu sonla bitecek

İki çocuğun anlattığı, o mesut gözlerindeki

Bu düş!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İlhami İnceöz Arşivi