İlhami İnceöz

İlhami İnceöz

İNSAN OLMAYA GİTTİM; HELE BİR DUR!

İNSAN OLMAYA GİTTİM; HELE BİR DUR!

DÜRDÜM REALİZMİ PİSİKOLOJİYE GELİYORUM! (PİS-KOLOJİYE)

Kadr-i dürr ü gevher-i âlem bilir

Âdemi ammâ yine âdem bilir / Şeyh Gâlib

Bir kara gece, daha önceki günlerde ekranda izlediğim bir haberle dolu, bir kâbus gördüm. Kâbus bu ya, yakama yapışmış kendim, kendime habire, bir şeylerin hesabını soruyordu. Dante’den, Hesse’den, Kafka’dan ya da Faulkner’in romanlarında aynı olayı anlatan farklı ve arızalı tiplerinden biri değildi bu. Basbayağı bendim, evet, kendim! Fırladığım gibi benliğimden, kendimi nasıl bulduysam hayal aleminde ve mesele de neyse artık, yakama yapışmış kendime, siz deyin bir yıl, ben diyeyim, üzerine ülke kurulur kadar uzun günlerce, hesap verdim. Verdim ama ne meseleyi biliyordum, ne de kendi ellerimin hıncıyla, ne için kendimi boğazladığımın bir nebze farkındaydım… Zor bela kendimi kurtarıp, o kâbustan uyandım…

Çok sonraları bir gün, ansızın, elimde içmekte olduğum çayın sıcak cam bardağını tutarken, o kâbusta verdiğim hesaptan zihnimde kalmış, şu kıt’a ve o kâbusta boğazlandığım ân geliverdi aklıma:

‘’Şairlik tahtın, ozanlık tâcın mı var? Şiirle, yazı yazandan, bâcın mı var? Neyin var, Lut gölün mü, Mirâc’ın mı var? Erdim, diyorsun da, insan oldun mu sen?’’

Dondum ama yüzyıllarca kaldım. Bana neler yaşattı, neler, neler…Dinleye dinleye, yaralı ceylana döndüm… Çay bardağının sağ avcuma verdiği sıcaklık, beynimi yakınca, daldığım yüzyıllık çöllerden yazı yazmaya uyandım!

1.HELE BİR DUR! Sürdüm kalemimle, aklın kağıttan tarlasını… Kendime tembihle başladım. Hele bir dur! Zaten, ‘’Ben’’ buraya, yani şu anda karşınızda olduğum yere, kör noktaya, nasıl geldim bilmiyorum aslında. Aslında bana kalsa, en azından 10 bin yıla dayanan upuzun bir hikâyedir bu. Hem yolculuğumun ne zaman başladığının, ben bile bilincinde değilim. Yolda bunu sorarak beni uyandıranlar da olmadı hiç. Şimdi ha bire kendi kendime sorup duruyorum diye de bunu açıklamayı göze alamam ve nerde, nasıl biteceğini de söyleyebilecek bir yerde, bir konumda da değilim hem. Belki de şu an, pusulam tersine tersine dönüyor yahut haritamı yitirdim, bir kutbun kayıp karasının kıyısındayım belki de. Belki de hiç hazırlıksız yola koyuvermişler beni. Haydi git! Denilerek, kendi halime bırakılmışımdır, ne bileyim, anlatmanın uzun süreceğini de söylemişken, niye bu kadar açıklama yapma gereği duyuyorum onu da bilemiyorum şimdi.

Başladın mı duramıyorsun bazen, bazen insanlar da, zaten hep böyledir. Bir başlangıç, bir ipucu yakaladılar mı asla bırakmazlar, sonuna dek götürmek isterler sohbetlerini. Bir dersle yahut bir cafcaflı ana fikirle meseleyi bitirene dek. Hafızanıza, kendilerine ait bir çiviyi çakma zaferini onlara bahşettiğinizi görene dek, konuşmaya ya da anlatmaya devam ederler. Kimileri de, sadece sizi yenmek ya da ezmek istiyordur sordukları ve anlata durduklarıyla. Karşınızda hoyratça dile getirdikleriyle mağlup etmiş bulunduğu, sizin o ölünüzü, sıkıcı kelimeleriyle yıkayıp sarmalayarak… Sonra da ortadan kaldırmak için, ıssız bir filozoflar mezarlığına defin işini yapmakta bulunduğunu, kendi aklında tahayyül ede ede konuşurlar, susmazlar. Har vurup harman savururlar iki dudağı arasında, kelime hasadını… Bunca yıl onun biriktirdiği havsala kılıçtan keskin, kulağınızı çizerek aklınıza akarken, zoraki dinlemeye durduğunuz güya sihirli sanılan o boş kelimelerce esir alınırsınız… Ben o insanlardan olmayacağım! Olursam da…! Neyse! Beni böyle çok vurdular, çok yatırdılar düş cezaevlerinde, yine de insan kalmaya gittim. Siz de öyle yapın bana karşı! Hem yalnızlık sultanlığınızın sarayları, bu küçük hallerden kazandığınız, dökmediğiniz-dökemediğiniz kumlardan, tuğla tuğla örülüyor! Üç günlük dünya dediğiniz, yetmiş iki saat ediyor ama kimi yaşayanlara sorsanız, bu tuğlalar yüzünden, onlarca yüzyıldan daha uzun… Kimileri için dökemediği kumlar ya da huylar yalnızlık sarayında tuğla değil, böbrekte taş, gözlerde yaş, sızlayan diz, ağrıyan baş oluyor. Gâm yapmayın kendinize, çünkü zaten ne oluyorsa, biz insana oluyor bu alemde!

Bunu en çok şöyle anlarız! Dünyayı dışarıdan, ah bir görsek! Ya da her sabah ilk iş olarak uyandığımızda onu bir önümüze koysalar! Sonra bize günü yaşatsalar, var olmak ne güzel olurdu! Hatta üstüne bir dış ses ki, düşün, Dursun Ali Erzincanlı’dan daha güzel bir sesle, daha güzel bir vurguyla konuşuyor…

‘’Desem ki! Sabah mahmurluğunda, rüzgârların en ferahlatıcısı, senin yüzüne vurmakta… Desem ki…Güneşin sarı saçları efil efil esen bu rüzgârda, tel tel gelip gelip yüzünü okşamakta! Desem ki… Yaratılan, yaratılmış hiçbir şeyde olmayan bir elbiseyle giydirildin. O elbiseyi her fırsatta, yırtıp üstünden atanları, atacakları saymazsak! Şu bol nakışlı tabutluğun içindesin, cennet bahçesi gibi gelecek sana, çiğ olan, ham kalan insanların varlıklarını, ‘’var’’dan saymazsak! Donattık senin için nice bal, nice şerbet, nice pekmez… Ama pekmeze düşmüş kıllar misali insanlar, görmezsen, yok sayar yutarsan çok tatlı… Donattık, yeşil, donattık sarı, al mor, siyah ve beyaz… Kar üstüne serptiğiniz, serpeceğiniz kırmızı lekeleri saymazsak, insan olmak da lekesiz, kar gibi bembeyaz… Desem ki korkma… Pandora’yı Yaratan’ın harikası yuvarlak bir kutu bu! Bünyesinde hep kötülük, hep acı, hep pişmanlık ve üzüntü yok. Her şeye Âlim olanın sana özel mucizesi bu! Eşdeğer kendi mu’cizliğini felaketle değişen, mucize-i hüsrân olan insanları, insan hallerini saymazsak. Desem ki… Yolcusun, yoldasın, acele etmelisin. Kıymetlisin, ziynetlisin,.. Nimettensin nimetten, şereflisin, hürmetlisin! Yok! Daralmasın yüreğin. Daralırsa, cennet bahçesi gibi döşenen bu bahçenin baharlarını düşün, sür yüzüne, açılırsın! Sen de her şeyi unutursun! Seyret bak! Döşendi, envai çeşit nimetle, yabanda acı ahlatı, yanık bademleri saymazsak! Haz verenlerinden ye, gördüğünle paylaş, Süsledik yıldız yıldız, göreceğin uçsuz bucaksız hudutlarına, her ne karanlık koymuşsak! Avcuna alabilsen, aslında ne şirin şeydir senin için şu Himalaya’lar ya da önündeki havuzda seyre dursan, korkutmazdı belki seni, suda çocuk gibi oynaşan balinalar! Desem ki… Ne güzel bir âlemdesin, âdem olamamış âdemleri saymazsak!’’

‘’Ben’’ nerden geldim bu yolculuğa, şimdi neresindeyim, nasılım, hangi koydayım, hangi kıyıdayım? Karada mı suda mıyım, ne boydayım, ne’ce huydayım, yolculuk nasıl geçiyor, ne zaman sonuna geldim diyeceğim? Bilmiyorum! Onu da bilmiyorum ama yolculuk bu, biliyorum ki nereye kadar sürerse işte o vakit ben, upuzun bir hikâyem var size anlatılacak! deme kudretini ve cüretini kazanmış bulunacağım. E, tabii siz yolda beni uyandırıp ha bire kendim gibi ‘’nereye gidiyoruz?’’ diye sorma gafletinde bulunmazsanız. Tabii! Bir de o var!

(devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İlhami İnceöz Arşivi