İlhami İnceöz

İlhami İnceöz

İNSAN OLMAYA GİTTİM; PATLAMA, GELİYORUM! (1)

İNSAN OLMAYA GİTTİM; PATLAMA, GELİYORUM! (1)

Dâr-ı dünyâ delü gönlüm gibi vîrân olsa

Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa

Kâş ki sevdüğümi sevse kamu ehl-i cihân

Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa (Taşlıcalı Yahya)

Bir âh ile şu dünyayı yakar viran ederim, ama siz edebiyatı seviyorsunuz, kitap okumanın büyülü olduğuna inanıyorsunuz diye sırf, bunu yapmıyorum. Yapmayacağım! Bu kendi çıkarlarım içinde işe yarıyor. Ben de yazı yazmayı ve kitap okumayı seviyorum. Sizi pek de düşünmüyorum yani, kendi hoşlantılarımı tatmin etmek için ey okur, zihinlerinizi kullanıyorum. Yoksa, bir taş ile darma duman ederim istesem, şu camköşk dünyamı ve dünyanızı… İçimde haytalık yok! Sizi de sevmiyor, size de kızgın ya da düşman değilim. Ama burada, sizin sevdiğiniz şeylerden konuşuyoruz. Benim sevdiğim şeylerden! Bu demek ki, sevmekte de ortağız. İnsan ortaklarını sevmeli, sevdiklerini, sevdikleri şeylere ortak etmeli! Ne âha gerek var, ne taşa, keşke, sevdiğimizi sevse koca dünya, oturup hep beraber, sevdiklerimizden konuşsak! Değil mi?

SEMBOLİZMİM DÖKÜLDÜ, ROMANTİK ÖLÜYORUM! (SEDYE’DE ‘’Kİ!’’)

‘’Dünyanın, ne kadar yalan!’’ bir yer olduğunu bağıra bağıra söyleseler de, yine de insanların bir kulağından girip öbür kulağından, çıkmıyor. Tersine girdiği kulakta yol almadan, gerisin geriye dönüveriyor söylenilen öğütler.

İnsanların çoğunda bu, böyledir. Günlük hayatlarından, değerlendirdikleri fırsatlarından, alış veriş işlerinden, ideallerinden bu dediğimin böyle olduğunu çıkarabilirsiniz. Hal ve hareketleri her daim, kendilerini her zaman ve muhitte, sadece dünyaya adanmış birer cesetten ibaret kaldıklarını, anlatır durur bize. Bunun her insanda aynı olmasını sağlayan şey ise Nefs, yahut batı felsefesi ağzından söylerseniz Ego, az okumuş insanlara sorarsanız İd-Benlik, büyük insanlara sorarsanız Kendi’miz, hiç kitap okumamış kendi aklınıza doğru dönerseniz de; Siz’den başka her şey, bundan sorumludur. Ama siz asla, değilsiniz!

Ama ben sıradan olmamak için, gelip geçiciliğin renklerine kanmamak için, türkülerine, eğlencelerine, göz boyamalarına, akıl çelmelerine kendimi kaptırmamak için, yani o ilk satırda sizlere de hatırlattığım büyük öğüdü unutmamak için, bir yol buldum kendime.

Öyle ki bazen, bazı şeyleri unutmanın acısı, bazen hatırladığın şeye göre derinleşir, değişir. Eskiler bunu daima, şu şekilde söylerler: ‘’Andığın şey, ya burnunu sızlatır, ya yüreğini cızlatır cinsinden olmalıdır. Yoksa sık sık anmanın lüzumu yok, adam az, gamsız olmalıdır.’’

Bu yol üzere rotamı doğrultup, çok düşündüm. Artık, ne vakit tek başıma kalsam, hayatıma dair bir şeyleri planlayıp düşünmek istesem, aklıma getirdiğim ilk şey şu oluyor:

Son hızla bir hastaneden bir başka hastaneye gitmekteyken, olabildiğince bağıran bir ambulansın içinde, yanımda bir hastabakıcı ile kendimi nakledilirken düşlemek… Ve ben sadece, sedyedeki ‘’Ki’’, fena halde yaralı, bitmiş, yorgun, can havlinde, inildeyen yahut en basit anlatımıyla o anki acısıyla, her zaman, bizden, bedenimizden uzaklarda kalmasını istediğimiz ve de gözlerimize koskoca, ıssız bir dağ gibi görünen ölüm ile pençeleşen, ‘’Ki’’… İşte bu benim!

Dilersiniz siz de, usulca kendinizi o ‘’Ki’’ olarak düşlemeye başlayabilirsiniz. Farz edin ki, ben ne isem siz de bu yazıyı okuyup bitirinceye dek orada, benim yerimdesiniz. Veyahut yanımda. ambulansın acı acı çığlıklarla yola koyulmuşluğunda... Sancılar içinde çaresiz, debelenen, haykıran kıvranan biri olduğunuzu da asla unutmayın.

Biliyor musunuz, o an ki, o halde ki yalnızlık, hiçbir şeyde, hiçbir yerde yoktur. Everest’in tepesinde bile olsanız, o kadar yalnız sayılmaz, dünyanın en derin çukuruna da düşmüş olsanız, gözünüze o kadar karanlık gelmez hayat. İnsanın aklını yerinden alır desem, yeridir o hal. Yerinden alır, yerine geri getirmez desem yeterlidir.

Başucunuzda bekleyen, size bakmakta, sizle ilgilenmekte olan bir insan varken, hemen dibinizdeki ambulansın metal duvarı ardında hayatınızı yürüten, akar hale getiren bir başka insan, ambulansı pür dikkat hastaneye doğru sürmektedir. Hastane diyerek sözünü ettiğim hedef, sizin acılarınızdan tespit edilen, süzülen, üstünkörü gözle ve zanla tahlil edilmiş (belki de bir kısa muayene sonucu olarak), sizin oraya aitliğinize karar verilmiş, size sormadan seçilmiş, o muhkem yerdir.

Dedim ya, siz yaralısınız ve acılar içinde kıvranmaktasınız. Unuttunuz mu?

Üstelik yanınızdaki bakıcı, size iyi gelebilecek her şeyi damarınıza şırınga etmiş. Sizin, yola yahut yol serüvenine tahammül seviyenizi artırmaya çabalamakta. Malum, elden gelen ile öğün olmaz derler. Olmuyor işte! Yine de, acınız dinmiyor, sancılarla kıvranışlarınız sürekli artmakta, yaralarınız (belki de üstünkörü) dikili olduğu halde kapanmamış ve sızının bini bir para. Evet, çok ucuz! Haykırmaktasınız, sabrınız tükenmiş. Acıdan, merhemsizlikten, yalnızlıktan, çaresizlikten… Belki de, her şeyden daha ağırı, sahipsiz, Tanrı’sız kalmaktan, çığlıkları ardı ardına koyuru veriyorsunuz.

İşte o an size deseler ki, ‘’şunca malın, mülkün varsa ver, seni anında, bir çırpıda, gözlerini açıp kapamadan henüz, bu kıvranıştan önceki haline döndüreceğiz!’’.

Bu soruya bir nurlu adam zamanında, ‘’Olanca varlığınızı vermeyi kabul ettiğiniz gibi, üstüne ileride sizin olacak olanları da, kendilerine vermeyi vaad edersiniz! ‘’ diye yazıyordu.

Eder misiniz?

Şahsen, ben ederim!

(devam edecek...)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İlhami İnceöz Arşivi