İlhami İnceöz

İlhami İnceöz

BİR, UZUN YOL TÜRKÜSÜDÜR BU!

BİR, UZUN YOL TÜRKÜSÜDÜR BU!

Akşam yedi vapuru kalktı kalkacak, iskeledeki yolcuların arasında O, yok!

İskele kapılarının açılması, insanların vapura akışı; denizin kıyıya, beklenmedik bir anda, hızlıca sokulması gibi bir şeydir, olanca sularıyla… Alman’ı var, Hollandalısı, İngiliz’i var, Moldovyalısı var, Romen’i var, Rus’u, Suriyeli’si var, Gürcü’sü var, Ermeni’si var, Rum’u var, İranlı’sı var, milyonlarca Türk’ü var… Akın akın vapura binmekte olan… Bunca insan arasında bir tek O, yok!

Vapurun ilk hareketiyle beraber, ayaklanıyor karadan havaya martılar. Bulutlar bu akşam çok erkenci. Gidişleriyle, İstanbul’un yüzünde hafif bir kızarıklık, epeyce de karartı bırakmışlar. Rüzgâr, efil efil dolanıyor boğazın kıyılarını. İlk akşam gelmek üzere… Karanlığın serinliğinde martıları seyreden insanlar arasında O, yine yok!

O, yok! Ama. Dudaklarımda bir şarkı var, sabahtan beri söylüyorum, bıkmadan. Eskiden beri, çok severim bu şarkıyı. Bu şarkının, ben de büyük bir anlamı var. Bana ölümsüz aşkları anımsatır. Leyla’ya haykıran Mecnun’u, Zeynep’e haykıran Karacoğlan’ı, Zin’e haykıran Mem’i anımsatır.

Abdurrahim Karakoç, bu şiiri Mihriban’ı düşünerek yazmıştır, onu bilemem ama ben ne vakit aklıma O’nu getirsem, O’na haykırıyorum, günlerdir: ‘’Aşktan yana söz duyunca… Ben hep seni düşünürüm. Uçsuz hayaller boyunca. Ben hep, seni düşünürüm!’’

Gözlerim… Güvertede… İstanbul’un denizlerinde, dalgalarında... Sarayburnu’nu seyrediyorum. İlk oraya inmiştik, Onunla. O, bu şehre geldiğinde, ilk akşamında. ‘’Gezdiğimiz ilk kıyı, işte şuralarıdır!’’ diyorum, içime.

İçim: ‘’Ne olmuş, Onunla gezmişseniz?’’ diyor. ‘’Bunda ne var ki?’’ diyor…

‘’Kıyıda, kayalıklar üzerinde bile, ayak izleri kalmıştır. Anımsarım evet, o gece, Gülhane Parkı bizi, iki yabancı sanmıştır, çünkü yan yanaydık fakat çok uzak... Uzaktık, fakat ruhlarımız el eleydi. Uzaktık, kalp kalbeydik. Gözlerimiz, biliyordu. Ama bir şeyler eksikti. Uzaktık, fakat çok yalnız ve çok derin. Seyrettik, birbirimizi.

Akşam boyu döndük dolaştık, caddelerinde İstanbul’un. Sirkeci Gar’ı yüzümüze kapanmıştır, Gülhane yolunda çini mağazaları, o lokantalar ve önünde poza durduğumuz tramvaylar şahittir, bizi gördüler, nasıl da yakışıyorduk? Bu yetmez mi?’’ diyorum, içime…

İçim, diline doladığı o şarkıya kaçıyor, yüzüme bile bakmıyor: ‘’Yıldızlar kayar yüceden… Renkler sıyrılır geceden… Yüreğim sızlar inceden… Ben hep, seni düşünürüm!’’

Gözlerim, kıyıda… Suya can atan, kıyıda kanat vuran iki martı gibi, karıştırıyor suları, her bakışım. O’nun yüzünü arıyor.

‘’Yok, yalnız değilim! O, hep yanımda!’’ diyebilmek için, insanlara… İki çay söylüyorum güvertede, çayı sever çünkü O da, bilirim. Bilirim, başka demler, başka türlü kokar, başka bir huzurla içer, başka bir sıcaklıkla sunar sevdiğine O, çayı... O, çayı sever, ben O’nu severim. Ben, çayı severim, O beni çay kadar sever. İstese! Ben çayı da, O’nu da, çok severim…

‘’Aklın ucu değer hiçe… Yol ararım içten içe… Kâinat uyur sessizce… Ben hep, seni düşünürüm…’’ diyor, içim… Yudumladıkça, O’na söylediğim çayı…

‘’Uzun bir yol türküsüdür bu, bana göre, aşkları uzun sürecek olanlar için. Aşkları mesafeler elinde ufalanmadan, parlak bir fener gibi parıldayanlar için, uzun… Aşk’ı, upuzun gecelerde, bıkmadan upuzun konuşabilecekler için... Aşk’ı, yüz yıllık işlemeli kaftanlar gibi, üzerlerinde taşıyabilecekler için. Uzun! Bir, Uzun Yol türküsüdür bu şarkı! Uzun uzun beklenilen her durakta da... Havaalanlarında, iskelelerde, tren garlarında da… Uzun deniz yolculuklarında da, söylenebilir bu şarkı! Neden mi?’’

‘’Benden duymuş, bilmiş olsun bekleyenler… Eminönü- Üsküdar arası Onsuz, çok uzun…’’ diyorum, içime…

İçim, saatlerce seyrettiği gökkuşağının elinden kayıp gittiğini görmüş, bir çocuk kadar üzgün: ‘’Bana, bir çay daha söyler misin?’’

Yüzümde, akşamın serin yeliyle, donup kalıyor gülüşüm. O’nu seyrederken, oysa ne güzel de ışıldıyordu gözlerim, gülümsemelerim. Dalın nazına oynaması gibi, rüzgârın… Dağın nazına oynaması gibi, sevdalı bulutların… Gökkuşağının nazına oynaması gibi, güneşin… Kumların nazına oynaması gibi, dalgaların, haz alıyordum mutluluktan, O’nu mutlu ederken, O’nu mutluyken seyrederken… Işıldıyordu gözlerim, gülümsemelerim…

‘’Rüzgâr eser ilden ile… Sağlıkta bitmez bu çile… Var’dan öte, Yok da bile… Ben hep seni düşünürüm…’’ diyor, içim…

Kıyıya yanaşırken, Vapur… Denizin, ansızın, kimseye sezdirmeden, olanca suyuyla kıyıya boşalması gibidir, insanların Vapur’dan, kıyıya olan akını…

Yürüyorum usulca, Üsküdar’a doğru. Dönüp arkama baksam, mutlaka, ardım sıra bakıyordur süzgün gözleriyle, koskoca Sarayburnu. Yüzünde bilindik o soru: ‘’Ne zaman geleceksiniz? Ne zaman, yeniden göreceğim ben, O’nu?’’ Hasret eser incecikten, ben üşürüm!

İçim… Ve ben, hep, bu sorunun cevabını düşünürüm!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
İlhami İnceöz Arşivi